Torun İstiyorum: Bir Toplumsal Cinsiyet Kara Komedisi

torun

Moda Sahnesi Oyuncuları tarafından sahnelenen ve Kemal Aydoğan’ın yönetmenliğini üstlendiği
Thomas Jonigk’in oyunu Torun İstiyorum’da toplumsal cinsiyet rollerini yoğun biçimde sorgulayan
bir oyunla karşı karşıyayız. Oyunda burjuva bir ailenin “tüm iyi yetiştirişine rağmen gey olmuş
oğlunun”; annesi, ağabeyi ve hatta rahibin baskılarıyla evlenip çoluk çocuğa karışmasına dair türlü
baskılara tanık oluyoruz.
Anne karakterinin kadınlık algısı tamamen erkeğine hizmet etmesi, doğurganlık ve annelik üzerine
kurulu. Zamanında kocasına iki tane erkek çocuğu doğurarak kadınlığını kanıtlamış, neslin
devamını garantilemiş ve topluma karşı görevini yerine getirmiş olmakla vicdanı gayet rahat. Hatta
elinde olsaydı daha da çocuk doğuracağını söylemekten geri kalmıyor. Tüm hayatını kocasına
hizmet etmeye, iki erkek evladını düzgün birer gelin bulup onları döllemeye ve eşsiz neslin devamı
olan torunlarını sevme hayaline bağlayan annenin korktuğu başına geliyor ve biricik küçük oğlu,
ona dayatılan erkekliği reddediyor, üstüne üstlük gey olduğunu açıkça annesine söylemekten
çekinmiyor. Tabii ki bu, annenin başına gelebilecek en büyük felaket. Nerede yanlış yapmıştır ki,
oğlu bu “hastalıklı” düşüncelere saplanmıştır? Varlıklı ve koyu bir Hristiyan olan anne, elindeki
-para ve din dahil olmak üzere- tüm silahları duygu sömürüsüyle harmanlayıp oğluna karşı
acımasızca kullanıyor.
Ahlak kavramını da sorgulamaya davet eden oyunda annenin, büyük oğlu ve rahiple işbirliği
yaparak emeğine ihanet eden oğlunu yola getirme çabaları grotesk bir oyunculukla seyircinin
gözüne sokuluyor. Başta anne olmak üzere, yer yer tüm oyuncuların bu abartılı oyunculuğu ve
oyunda tansiyonun sürekli yüksek olması seyirciyi yorsa da kasten yapıldığı aşikar. Eşcinselliği
ahlaksızlıkla bağdaştıran annenin, parasını kullanarak oğlunu tehdit etmesi ve rahiple yine para
merkezli bir işbirliği içinde olarak el sürdürtmediği dini değerlerini de hem kendisinin hem de
rahibin parayla birleştirmesi oğlunu bu girdaptan çıkarmak için kullandığı “mubah” yollardan. Tüm
bunları yaparken en ufak bir iç hesaplaşma yaşamayıp kendini son derece haklı bulan tavrı bazen
korkutucu boyutlara da ulaşmıyor değil.
Ağabeyin takıntılı cinsellik anlayışı ve kardeşini yola getirme çabaları sırasında şahit olduğumuz
gizli eşcinselliği, annenin gölgesinden çıkmayı başaramamış bir erkek çocuğu olarak kalmasının
dışında anne tarafından ona yönelik bir evlenip çocuk doğurtma baskısıyla karşılaşmıyoruz.
Anneyle müttefik olmanın faydalarından ve iktidarından sonuna kadar yararlanmaktan gayet
memnun, hayvani erkekliğiyle de gurur duyuyor. Anneyle ittifak kuran diğer bir karakter olan
rahibin de gizli eşcinselliği dindar ahlak içindeki gizli saklı köşelere dokunduruyor.
Küçük oğlan kullandığı hafif umursamaz ve sarkastik dille anneyi annenin silahlarıyla vurmayı
ihmal etmezken, ağabeyinin annesinin çabalarıyla öğrendiği hayvani cinsellik anlayışıyla da bir
güzel dalga geçiyor. Diğer yandan, eski erkek arkadaşının onu terk edip heteroseksüel bir ilişkiye
girmesini asla kabullenemiyor ve bu noktada ciddi bir reddediş sergiliyor.
Oyunda araya serpiştirilmiş yabancılaştırıcı öğeler arasında rahibin kullandığı Orta Anadolu
şivesinin ve “edep yahu” ların tam olarak nasıl bir yere oturduğunu anlamak güç, bu tarzıyla rahip
daha ziyade bir imamı cağrıştırıyor. Bu haliyle, Türkiye’deki dindar muhafazakar çevrelere
gönderme mi yapıyor, yoksa sadece o anlığına seyirciyi yabancılaştırmaktan başka bir derdi yok mu
karar veremiyoruz. Diğer bir öğe de, aralarda oyunculara müdahale eden suflöz karakteri. Suflöz,
seyrettiğimizin bir tiyatro oyunu olduğunu bize hatırlatıyor ve oyuncuların tepesinde bir iktidar
öznesi olarak duruyor.Oyunun ilerleyen dakikalarında gelin adayı Mariya ve teyzesi Norma’yla tanışıyoruz. Mariya da
müstakbel eşi gibi sosyoloji okuyor ve kadın erkek eşitliğine inanıyor. Ancak müstakbel
kayınvalidesi gibi o da kadınlığını doğurganlığı üzerinden tanımlıyor. Hamile kalma isteğiyle yanıp
tutuşurken derin bir yalnızlık ve sevilme ihtiyacı içinde olduğunu da itiraf ediyor. Sevilme isteğinin
onu mecbur ettiği sahte sevimlilikten bazı anlarda sıyrılıp isyanı basıyor.
Norma ise oyunun “femme fatale”si. O da kadınlığını, bir erkek tarafından arzu edilmek üzerinden
tanımlıyor. Dişiliğini kullanarak ağabeyi etkisi altına alan Norma’nın babayla olan ilişkisini itiraf
etmesiyle birlikte anneyle arasındaki tansiyon had safhaya çıkıyor. Burada, klasik anne-kadın
dikotomisinin çarpışmasını izliyoruz. Anneliğini ve doğurganlığını ilahlaştıran kadınla cinsel
gücünü ve cazibesini ilahlaştıran iki kadın birbirine savaş ilan ediyor. İkisinin de aşırılığı sonuna
kadar seyirciye gösteriliyor, ta ki empati kuramayıncaya kadar. Bu iki kadının kıyafetleri bile tezat,
biri siyahı temsil ediyor, diğeri beyazı. İki kadının savaşı aynı zamanda tüm karakterlerin gerçek
yüzlerini ifşa etmelerinin yolunu da açıyor ve hepsinin en aşırı halini görüyoruz. O kadar aşırı ki,
tam birisiyle yakın hissedeceğiz, vazgeçiyoruz. Tabii ki çok geçmeden herkes eski haline dönüyor
ve hiçbir şey olmamış gibi “oyun” devam ediyor.
Oyunda gey oğluyla annenin yakınlaştığı tek bir yer var, o da annenin diğer karakterler tarafından
dışlandığı an. Bu kısa yakınlaşmanın hemen ardından anne çoğunluğun içinde olma ve iktidarını
kullanma arzusuna yenik düşüyor ve Hitler’e dönüşüyor.
Çok geçmeden anlıyoruz ki annenin isteğine boyun eğmekten başka çare yok hiçbiri için. Ve herkes
kabul ediyor bunu, mutsuz ve umutsuzca.
Totaliter bir rejimin ve ataerkinin isteklerine boyun eğerek güçlenmiş ya da güçlendiğini zanneden
bir kadının aileyi nasıl herkes için cehenneme çevirecek bir kapasitesi olduğunu çarpıcı bir şekilde
gösteriyor Torun İstiyorum. Bireylerin kalıplaşmış ve süregelen düşünce sistemleri karşısındaki
çaresizliğinin güçlü ya da güçsüz demeden herkesi farklı biçimlerde mağdur edişinin hikayesini
izliyoruz. Kadın olmak, erkek olmak, toplumun kadından ve erkekten beklentileri ve bireylerin
toplumsal cinsiyet, ahlak, din, para ekseninde hayatta var olma mücadelelerini grotesk ve mizahi bir
şekilde anlatıyor. Oyunun çözümsüzlükle ve boyun eğişle bitmesi de totaliterliğe bir kez daha vurgu
yapıyor.
Toplumsal cinsiyet rollerini deşmeyi seven, aileyi masum bir kurum olmaktan ziyade ideolojik bir
baskı aracı olarak da değerlendiren ya da nasıl bu hale gelebileceğini görmek isteyenler için
doyurucu bir oyun. Yalnız oyundaki sürekli gerginliğe ve grotesk, devlet tiyatrosunu andıran
oyunculuklara tolerans göstermek gerekiyor, her ne kadar bilerek böyle bir tarz seçilmiş olsa da.
“Yok ben gerginliğe gelemem, sadece eğleneyim, rahatlayayım” diyorsanız, başka bir oyun tercih
etmenizde fayda var.

Bu yazı, aynı zamanda Tiyatro Dergisi‘nde yayınlanmıştır.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir